Dünya toplumları üzerinde çok fazla devlet, çeşitli yönetim biçimleriyle yönetilmiştir. Bunlardan önemli olarak görülen ve birçok toplum tarafından kullanılan bazı yönetim modelleri yer almaktadır. Bu yönetim modellerine baktığımızda, çağın şartlarına uygun devletin ve milletin geleneklerine sahip çok önemli ve çoğunluğun benimsemiş olduğu yönetimlerden bahsetmek istiyorum. Bu yöntemler, mutlak monarşi, oligarşi, teokratik ve demokrasi şeklinde söylenebilir; hemen hemen bu yöntemlerin birçoğunu Türk devletlerinde de görmüş bulunmaktayız. Türkler, kurdukları büyük devlet ve imparatorluklarda zaman zaman çeşitli yönetimler benimsemiş olsa da, genel anlamda babadan oğula geçen bir veraset sistemi söz konusudur. Zaten bu durum, bir Türk devletinin yıkılışının diğer Türk devletinin kurulması ile beraber devam ettiği gerçeğini de gözler önüne sermektedir. Eğer bir toplumda merkezi otorite sağlam ve güçlü bir yapıda ise, o toplum bulunduğu bölgeden uzaklaşıp çeşitli coğrafyalarda, farklı sebeplerden dolayı, çok fazla hakimiyet sahasına ulaşmasını sağlayabilir. Ancak bu güç, beraberinde ciddi sorunları da getirebilir; zira yönetim şekillerindeki belirsizlik ve iktidar mücadeleleri, devletin iç dinamiklerini zayıflatma potansiyeli taşır. Türk devletlerinde veraset sisteminin ortaya çıkardığı bazı olumsuz durumlara örnek verecek olursak, tahtın hanedan üyeleri (yönetim ailesi) arasında paylaştırılması taht kavgalarına sebep olmuştur ve bu durum, devletin otoritesini sarsmış bir noktada yıkılma sürecine de sokmuştur. Osmanlı, Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti, Karahanlılar, Göktürkler, Gazneliler, Asya Hun Devleti, Avrupa Hun Devleti ve daha birçok Türk devleti bunlar arasında örnek gösterilebilir. Özellikle Türk devletlerinde tahtın iki kardeş arasında paylaştırılması, doğuda Hakan adını verdiğimiz ağabeyin, batıda ise Yabgu adını verdiğimiz küçük erkek kardeşin yönetime gelmesi, bu durumu ortaya çıkaran örneklerdendir. Bir süre sonra bu taht kavgaları iki kardeş arasında kızışmış ve kişisel hırslar, devletin merkezi otoritesinin zayıflamasına sebep olmuştur. Bu durum, Asya Hunları ve Göktürkler’de yaygındır. Ardından gelen Türk devletlerinde de bu durum şekil değiştirmiş olsa da, genel anlamda otoriteyi koruyamayacağı anlaşılmıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nde de bu durum farklı bir şekilde olmuşsa da, taht mücadelesinin problemli yapısına engel olamamış ve devlet dağılmasını önleyememiştir. Yüzyıllar boyunca süregelen bu taht kavgalarının, Türk toplumunun siyasi tarihine damga vurmuş; kurumsal değişimlere ve sosyal yapılanmalara neden olmuştur. Ayrıca, iktidar için verilen bu mücadeleler, toplumlar arası ilişkileri de etkilemiş ve zamanla iç çatışmalara yol açarak, birçok devletin zayıflamasına veya parçalanmasına sebebiyet vermiştir. Dolayısıyla Türk devletleri, yönetim biçimlerinin ve veraset sisteminin yarattığı bu karmaşık yapıyı her daim taşımış ve sonuç olarak, uzun süreli barış ve istikrarı sağlamakta güçlük çekmiştir.
Otoritenin ciddi bir şekilde dengede kalmasını sağlamak adına Osmanlı Devleti’nde de çok fazla karar çıktığını görmekteyiz. Öncelikle devlet hanedanın ortak malı anlayışı hakimken I. Murat zamanında ülke padişah ve oğullarınındır anlayışı ile hareket edilmiş, taht kavgalarını en aza indirmek için bir çalışma yapılmıştır. Bu çalışma, iç çatışmaların asgariye indirilmesi amacıyla çeşitli reformlar ve düzenlemeler içermekteydi; ancak yeterli olmamış, bunun sonucunda Fatih Sultan Mehmet zamanında Kanunname-i Ali Osman çıkarılmış ve bu karara göre kardeş katlinin izinli bir şekile gelmesi ve meşruiyet kazanması, devletin başına güçlü ve irade sahibi şehzadenin geçmesini sağlamıştır. Osmanlı’da bir süre bu anlayış devam ederken, takip eden dönemlerde ise bu yaklaşımın da yeterli olmaması ve taht kavgalarının hız kesmeden devam etmesi, yönetimsel istikrarsızlığa neden olmuş; bu durum neticesinde I. Ahmet döneminde Ekber ve Erşed dediğimiz akıllı ve büyük olan şehzadenin başa geçmesi kararlaştırılmıştır. Ancak bu durum, şehzadelerin tecrübe sahibi olmadan tahta çıkmasına ve yanlış kararlar almasına sebep olmuştur. XIX. yüzyıldan itibaren jön Türkleri, Avrupa’dan öğrenip Osmanlı’da uygulamaya çalıştığı ve nihayet 1876 yılında başardığı meşrutiyet yönetimi ile halkın kısıtlı da olsa ilk defa yönetime katılması sağlanmış; böylelikle yönetimde sürekli bir değişiklik çabaları içine girilerek otorite korunmaya çalışılmıştır. Öte yandan, bu meşrutiyet dönemi de düşünüldüğü gibi demokratik, özgürlükçü ve huzur içerisinde uygulanamamıştır. Zaten meclisin sadece vergileri yüksek verenlerden oluşması ve çıkarılan kanunun maddelerinden de anlaşılmıştır (Kanun-i Esasi). Bir yıl sonra ise 93 Harbi bahane edilerek meclis kapatılmıştır. Otuz üç yılın ardından, 1908 yılına gelindiğinde çıkan iç isyan ve meşrutiyetin tekrar ilanına sebep olacak 31 Mart vakasında da görüldüğü üzere Osmanlı’da bir kez daha meşrutiyet sorunu ve buna bağlı olarak otorite sorunu ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son süreçlerinde, bakanlıklar, meclis ve padişahın otorite kargaşası yaşaması, Osmanlı’da I. Balkan Savaşında etkisini göstermiştir. Bu savaş, yalnızca askeri değil, aynı zamanda siyasi bir istikrarsızlık doğurmuş ve yönetim içindeki çatlaklar derinleşmiştir. Öyle ki, ilk defa bir darbe de bu savaşın ardından meydana gelmiştir (Bab-ı Ali Baskını). II. Balkan Savaşı ile devam eden süreçte, I. Dünya Savaşı ve sonrasındaki dönemde yıkılmasını da kaçınılmaz bir sürece sokmuş, imparatorluğun varlığı zor bir döneme girmiştir. Bu dönemde toplumsal ve ekonomik çalkantılar, devletin iç işleyişini tehdit eden önemli unsurlar haline gelmiştir. Tüm bu olaylar, Osmanlı Devleti’nin tarihsel seyrinde, iktidar mücadelesinin ne denli karmaşık ve etkili olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir. Kitapla kalın, bilgiyle kalın.
YUNUS EMRE'NİN KALEMİ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.
