Feodalite bir diğer adıyla derebeylik, Avrupa’da Ortaçağ’da yoğun bir şekilde görülen ve tarihsel süreç içinde önemli bir yer tutan bir yönetim biçimidir. Bu yönetim biçimi, merkezi krallık ve imparatorlukların parçalanmasının ardından, toplumlarda güçlü bir yönetimin ve buna bağlı olarak güçlü bir otoritenin olmaması sebebiyle ortaya çıkan toprağa dayalı zenginliğin ön plana çıktığı bir yapı olarak şekillenmiştir. En çok 375 yılında Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılması sonucunda Avrupa’da oluşan otorite boşluğu, toprak zenginlerinin kendilerine ait toprakları kale, sur gibi savunma yapıları ile çevirmesi ile birlikte feodalizmin temelini atmıştır. Eğer bir coğrafyada feodal yapılar çok fazla yer alıyorsa, o bölgelerde merkezi krallıklardan söz edemeyiz; aynı şekilde merkezi krallıklar çok fazla ise yine feodalitelerden söz edemeyiz. Avrupa’da feodalleşmenin yaygınlaşması, kendi aralarında yoğun bir rekabetin doğmasına neden olmuş, bu rekabet sıklıkla savaşlara ve stratejik ittifaklara yol açmıştır. Ancak, bu süreçte feodal lordlar arasında birbirlerine üstünlük sağlamak adına yeterince gelişim sağlanamamıştır; bu durum, siyasi ve askeri gücün mevcut zayıflığını da gözler önüne sermektedir. Tabii ki, bu feodal yapılar, bir noktadan sonra din adamlarına ve papaya bağlılık göstermeye başlamışlardır. Söz konusu çağda Avrupa’da böyle bir yönetim mekanizması işlerken, doğu dünyasında veya doğudan batıya doğru ilerleyen kavimlerde, güç ve irade daha ön planda olduğu için doğu dünyası hakimiyet sahasını genişletme imkanı yakalamıştır. Özellikle Anadolu’da ortaya çıkan ikinci beylikler sürecinde Osmanlı’nın batıya doğru ilerlemesi, Rumeli’de etkinlik kurması ve bu bölgelerde iskan ve istimalet politikası ile birlikte hareket etmesi, Avrupa’daki bu otorite boşluğunun doğrudan bir sonucudur. Osmanlı, Rumeli ve Balkanlar’da belli bir süre sonra İstanbul kuşatmaları sırasında kendilerine karşı oluşturulan ittifaklara rağmen başarılı olmasının en önemli sebeplerinden biri, karşısında çok sayıda birleşik güç olmaması ve görülen otorite zayıflığının etkileri olmuştur. Osmanlı’da zaman zaman yaşanan otorite boşlukları veya taht kavgaları görülmüşse de, bu süreçler genellikle birkaç istisna dışında kısa süre içinde çözüme kavuşmuş ve devlet, çok fazla güç kaybetmeden Avrupa’nın yolunu tutmaya devam etmiştir. Osmanlı ve diğer doğu toplumlarında feodalite olgusunun görülmemesinin en önemli sebeplerinden biri, Osmanlı ve diğer toplumlarda toprağın miri arazi yani devlet arazisi olmasıdır. Çiftçiler, köylüler veya halktan herhangi bir kişi bu toprağı işlemek için kiralamış ve bunun karşılığında devlete ya asker ya da vergi ödemiştir. Bu uygulama, Osmanlı’da şahısların etrafını çevirebilecekleri kendilerine ait toprakların olmamasına yol açmış ve böylece feodalitenin bu topraklarda oluşumunu engellenmiştir. Osmanlı ile Avrupa arasındaki temel fark, toprağın devlet ve toplum arasındaki dağılımı ile ilgiliyken, Osmanlı’nın kuruluşu, yükselme dönemi ve hatta duraklama döneminde de bu dinamiklerin etkisi önemli bir rol oynamıştır. Özellikle 19. yüzyıla geldiğimizde, “ayanlar” adı verilen toprak zenginleri ortaya çıkmış ve merkezi otoritedeki kayıplar nedeniyle feodalleşme adımları atılmaya başlanmıştır. Aslında, ayanların ortaya çıkması, Osmanlı’da tımar sisteminin kaldırılması ve bu sistemin yerine iltizam ve malikane sistemlerinin getirilmesi ile doğrudan ilişkilidir. Malikane sisteminde toprak, ömür boyu sürecek şekilde şahıslara kiralanmış ve bu şahıslar, topraktaki zenginliklerini önemli ölçüde artırmışlardır. Bu süreçten itibaren Osmanlı’nın ekonomik ve siyasi kayıpları, sonunda hüsranla bitecek bir düzen ortaya çıkarmış; kısa süreli ekonomik kazançlar ise ileride yaşanacak olan siyasi buhranları beraberinde getirmiştir. II. Mahmut tahta geçerken, ayanlarla bir anlaşma yapmış (Sened-i İttifak 1808) ve otoritesini kısıtlarken, ayanların varlığını resmen kabul etmiştir. II. Mahmut döneminde yaşanan azınlık isyanları (Sırp-Yunan), Mehmet Ali Paşa isyanları, Rusya ile savaşlar, dış politikadaki denge siyaseti gibi karmaşık durumlar, bir yandan bu olumsuzlukları gidermek üzere ıslahat çalışmalarının yapılmasını zorunlu kılmıştır. Ancak, bu ıslahat hareketlerinin halk tarafından benimsenmemesi ve padişaha karşı bir başkaldırı fikrinin güçlenmesi, Osmanlı’nın 19. yüzyılda feodal düzene yakın bir düzenin uygulanmasına sebep olmuştur. Sonuç olarak, Osmanlı dağılma dönemine girdiğinde içeride de bu tarz problemlerle uğraşmış ve bunları kontrol altında tutmakta zorlanmıştır; bu da, devletin geleceğini tehdit eden unsurların giderek daha fazla görünür hale gelmesine yol açmıştır. Kitapla kalın, bilgiyle kalın.
YUNUS EMRE'NİN KALEMİ sitesinden daha fazla şey keşfedin
Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.
